10 Kasım’ın düşündürdükleri...

Metin TÜRKYILMAZ

Osmanlı İmparatorluğu'ndan yıkık dökük, demiryolları hariç, ki o da Ankara’nın doğusunda yoktu, altyapısı olmayan, çivi bile üretemeyen, harap olmuş bir ekonomi devralan Türkiye’ye, Cumhuriyet tarihi boyunca yıllık ortalama yüzde 4,9 büyümenin yetmediği apaçık görülüyor. Bunda Cumhuriyet döneminde yaşanan 16 ekonomik krizin de büyük etkisi olduğu kuşku götürmez.

 

1946 yılından bu yana dış ticaret açığı verdiği için sık sık döviz krizleriyle cebelleşen, ödemeler dengesi sorunu yaşayan, dönemin büyük bölümünü yüksek enflasyonla geçirmiş, devalüasyonlar nedeniyle parasından 6 sıfır atmak zorunda kalmış, vergiyi tabana yayamamış, bütçe dengesini bir türlü tutturamamış, gelir dağılımını düzeltememiş, işsizliği makul düzeylere çekememiş bir ekonomi.

 

Yine de yoktan var edilmiş, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar gibi dünyanın en karışık üç coğrafyasının tam ortasında ayakta dimdik kalmış, hem siyasi hem askeri hem de ekonomik hem sosyal olarak içinde bulunduğu bölgenin en güçlü ülkesi olmayı da başarmış bir ülke.

 

Bu, bütün olumsuzluklara karşın sağlam temeller üzerine kurulan Cumhuriyetin başarısıdır.

Yine de hala temel yapısal sorunlarını çözmüş gelişmiş bir ekonomi değilsek, gelişmiş ülkelerin kişi başına milli gelirleri ortalama 40-50 bin dolarken biz hala 9-10 bin dolarda takıldık kaldıysak, Cumhuriyetimiz kurucusu, Mustafa Kemal Atatürk’ün koyduğu “muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma” hedefinden uzaksak, bir şeyleri eksik yaptığımız açıktır.

 

Ne yapmalıyız ki gelişmiş ülkelerle aramızı kapatalım?

 

Bence, öncelikle gelişmiş demokratik ülkelerin sistemi nasıl ona bakmalıyız. Rakibini tanımadan onu geçemezsin.

 

Gelişmiş demokratik ülkelerde;

 

- Öncelikle hem ekonomik hem siyasi istikrar büyük ölçüde sağlanmıştır.

 

- Yargı temelde bağımsızdır ve adalette çoğunlukla gecikme olmaz. Malum geciken adalet, adalet değildir.

 

- Demokrasinin olmazsa olmazı kuvvetler ayrılığı uygulanmaktadır. Yürütme, yasama ilişkileri sistemi sıkıntıya uğratmayacak bir şekilde işler.

 

- Siyasi partiler ve seçim kanunları demokratiktir. Seçim sisteminde temsilde adalet, yönetimde istikrar büyük ölçüde sağlanmıştır.

 

- Anayasal yapı insan haklarına dayalıdır. Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti büyük ölçüde kurulmuştur.

 

- Çok iyi eğitim almış nüfusa sahiptirler. Güney Kore, Hong Kong, Singapur, Tayvan gibi Asya kaplanları hatta Finlandiya, İrlanda gibi Avrupa ülkeleri öncelikle büyük eğitim yatırımları yapmış, toplumu dönüştürmüş ve ardından gelişmiş ülkeleri yakalamışlardır.

 

- Örgütlü bir topluma sahiptirler. Sendikalardan, tüketici örgütlerine, kooperatiflere, meslek kuruluşlarına kadar örgütlenmelerini tamamlamışlardır. Bu durum hem siyasi hem ekonomik istikrar yaratmaktadır.

 

- Bu ülkelerin altyapısı sorunu kalmamıştır. Karayolu, demiryolu, liman, havaalanı, elektrik, su, kanalizasyon, telekomünikasyon altyapıları neredeyse eksiksizdir. Tarımda yapısal sorunlar çözülmüştür.

 

- Her gelişmiş ülke kısa, orta ve uzun vadeli stratejilerini oluşturmuştur. 50 yıllık stratejilerini bile belirlemişlerdir.

 

- Üretime dayalı bir ekonomik yapı vardır. Milli gelirde sanayinin payı yüzde 20’lere, tarımın payı yüzde 1-2’lere düşse de hala bu iki alanda çok güçlü bir ekonomik yapıya sahiptirler. Ekonomi hala bu sektörlerin üretim gücüne dayanır. Hiçbir sektörü ihmal etmezler. Sanayide olduğu gibi tarımda da dünyanın en gelişmiş ülkeleri onlardır. Bilgiye dayalı, ileri teknolojiyle desteklenmiş üretim modelleri vardır. Yüksek verimliliği ve düşük maliyeti yakalamışlardır. Artık, marka dışında tekstil konfeksiyon üretimi yapmazlar. O alanı üçüncü dünya ülkelerine bırakmış durumundalar.

 

- Öncelikle bütün doğal kaynaklarını azami ölçüde değerlendiren bir ekonomiye sahiptirler. İngiltere, hiç çay üretmemesine karşın, eski sömürgeleri olan Hindistan, Sri Lanka (Seylan), Kenya gibi çay üreticisi ülkelerin çayıyla dünya piyasasında lider olabiliyor ve dünya çay piyasasını yönlendirebiliyor. Yer fıstığı üreten ABD, tüm dünya yer fıstığı ticaretini etkileyebiliyor. Buna karşın biz fındıkta aynı şeyi yapamıyoruz.

 

- Bu ülkelerde iç piyasa hakimiyetinin yanı sıra ihracata dayalı bir ekonomik yapı da bulunur. Özellikle küçük, orta büyüklükteki gelişmiş ülkeler iç piyasa yetersizliği nedeniyle ihracat hayati derecede önemlidir. Öyle ki 5,7 milyon nüfuslu, doğru dürüst yer altı kaynağı olmayan, petrol, doğal gaz ihraç etmeyen Danimarka, 2018’de Türkiye’den fazla 193 milyar dolar ihracat yapabilmiştir. 17,3 milyon nüfuslu Hollanda ise 758 milyar dolar ihracatıyla Türkiye’nin 5 katına yakın ihracat rakamına ulaşabiliyor. Gelişmiş ülkeler öncelikle komşularının en büyük ticaret ortağıdırlar. İhracat pazarları çeşitlidir. Hemen her ülkeye büyük miktarlarda ihracat yaparlar. Kesinlikle büyük pazarlardan da azami pay almayı da biliyorlar.

 

Dönelim ülkemize,

 

Türkiye, doğal kaynakları itibarıyla kolay döviz kazanan bir ülke değil. Petrol, doğal gaz, altın, bakır gibi değerli ve çok fazla döviz kazandıran büyük bir doğal kaynağı yok. Türkiye, petrolden, doğal gazdan yüz milyarlarca dolar döviz geliri olan ülkelere benzemiyor. Tam tersine başta petrol, doğal gaz gibi hidrokarbonlar olmak üzere ham madde ithalatı yapmak zorunda. Aramalı ithalatı için döviz ödemek durumunda. Türkiye en fazla ithalatı tüketim mallarında yapmıyor. Bundan dolayı ne yaparsanız yapın ithalatı çok fazla kısamıyorsunuz. Ekonomideki küçülmeye rağmen, Ocak-Eylül dönemindeki 148,4 milyar dolarlık ithalat yapıldı. Bu ithalatın yüzde 78,4’ü ara (ham madde) mallarından, yüzde 12,4’ü ise sermaye (yatırım) mallarından oluştu. Tüketim mallarının payı yüzde 8,9’da, diğer ithalatın payı yüzde 0,3’de kaldı.

 

İçte üretime dayalı modele geçmek bir zorunluluk ama ham maddelerin büyük bölümü de hidrokarbon ithalatı ve mineral ithalatına dayanıyor. Bu ithalatı yapmak için ihracattan başka yolunuz yok. Üretecek, ihraç edeceksiniz. İhraç edebilmek için, kalite ve standardı yakalamak, rasyonel üretim modeliyle verimi artırarak maliyetleri en aza indirmek, ülke imajını düzeltmek, marka yaratmak gerekir. Bundan dolayı ihracat, aynı zamanda ülke ekonomisini dönüştüren bir eylemdir.

 

Sadece bu da yetmez. Kaynakları getirisi olan en doğru yerlere kullanmak, bunun için strateji ve plan yapmak zorundasınız.

 

Sonuç itibarıyla, Türkiye’nin kısa vadede gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşması mümkün görünmüyor. 5 yıllık, 10 yıllık, 30 yıllık hatta 50 yıllık stratejiler oluşturmamız, ara hedefler koymamız, buna göre hareket etmemiz gerekiyor.

 

Tabii tüm hedef, strateji ve planları eksiksiz, ayrıntılı hazırlamak zorundayız. Ayakları yere basmayan strateji ve hedefler zaman kaybından başka bir şey değildir. Malum zaman da nakittir.

 

Ham hayallere kapılmak yerine sabırlı ama kararlı hareket etmeliyiz. Unutmayalım, geldiğimiz noktayı küçümsemeden, sorunlarımızı da bilerek, geleceğimizi biçimlendirmeliyiz.

 

Bir 10 Kasım’da yine, bu ülkenin ve bu cumhuriyetin temellerini sarsılmaz bir şekilde atan, ekonomiden, siyasi yapıya, hukuktan dış politikaya, bilimden sanata, müzikten spora hemen her alanda büyük hedefler peşinde koşan, savaş meydanlarında geçmiş ömrü boyunca barış, cumhuriyet idealleri, bağımsızlık ve ülke sevdasıyla yanıp tutuşmuş, 81. ölüm yıldönümü olmasına rağmen hala bu ülkeye yaşayanlardan çok daha fazla katkı yapan Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.