Türk Lirası (TL) son bir buçuk ay içerisinde ABD Doları (USD) karşısında yüzde 8 oranında değer kaybetti. Kredi derecelendirme kuruluşu Moody's'in başlattığı, iç kaynaklı siyasal ve jeopolitik risklerin ise pekiştirdiği bir süreç ile USDTL kuru 3.20 seviyesine kadar yükseldi. Döviz kuru seviyesine oldukça hassas olan Türk insanına göre bu hareket önemli bir ekonomik sorunun habercisi niteliğinde... Siyasi otoriteye göre ise endişelenecek bir durum söz konusu değil. Borsatek için kaleme aldığım bu ilk yazıda bu soruya dilimin döndüğü ölçüde cevap vermeye çalışacağım.
Yerel para biriminin değer kaybetmesi ülkeyi birçok perspektiften etkiler. Üstelik bu perspektifleri sadece ekonomi ile de sınırlı tutmamak gerek: Büyük oranlı devalüasyonların ardından sosyal ve siyasal manada önemli kırılmalar yaşamışlığımız vardır. Bu nedenle de konuya daha geniş bir açıdan yaklaşmaya gayret sarf edeceğim. İkinci olarak, para biriminde yaşanan sert değer kaybının iç kaynaklı mı olduğu ya da küresel bir gelişmeden mi kaynaklandığını ayırt etmekte yarar var zira her ikisinin etki ve sonuç analizleri farklılıklar arz eder. Üçüncü olarak ise değer kaybının boyutuna bakacağız zira bazı hareketler gerekli dahi olabilir. Bu nedenle de her değer kaybına aynı gözlükle bakmamak gerekir.
Türkiye hammadde ve ara madde ithalatçısı bir ekonomi. Bu nedenle de maliyetlerinin önemli bir kısmı ithal mal fiyatlarına bağlı. Bu da esas itibariyle emtia fiyatları ile döviz kuruna endeksli bir tabloya işaret eder. Bu bağlamda, döviz kurundaki yükseliş ithalat maliyetini yukarı çeker, bu da enflasyona yol açmak suretiyle satın alma gücünde erozyona neden olur. TL'deki değer kaybı ne kadar fazlaysa bu etki o derece kuvvetli olur. İçinde bulunduğumuz dönem itibariyle TL'deki değer kaybının enflasyona sirayet etmesi kaçınılmaz. Hele ki, şirket kârlılıklarının zayıf olduğu bir konjonktürde bunun olmaması imkansız gibi bir şey. Demek ki, döviz kurundaki yükseliş hem enflasyon yaratıyor hem de hane halkının satın alma gücünde erimeye yol açmak suretiyle tüketimi azaltıyor.
Türkiye gibi döviz kuru seviyesine aşırı duyarlı olan ekonomilerde tüketim iştahı ile döviz kurunun seviyesi arasında önemli bir ilişki var. Mesela, tüketici güven anketlerine baktığımızda TL'de sert değer kaybı olan dönemlerde tüketim iştahında keskin daralmalar olduğunu görüyoruz. Aynı durum yatırım iştahı için de geçerli. Yatırımcılar, yatırım kararlarını daha çok döviz kurunun dengeli olduğu dönemlerde yapmayı arzu ediyor zira aksi durumda karar vermede yaşadığı sorun ve belirsizlikler yatırım karlılığını olumsuz etkileyebiliyor. Bu davranış modelini daha da pekiştiren bir durum ise TL'de sert değer kaybı olan dönemlerin ekonomik kriz olarak algılanmasından ileri geliyor. Sonuç itibariyle, döviz kurundaki sert yükseliş, tüketim ve yatırım kararlarını güven ortamındaki zedelenmeden ötürü olumsuz etkiliyor.
Türkiye'de yüksek TL faizler nedeniyle kurumsal yatırımcıların döviz cinsinden borçlanması yaygın bir alışkanlıktır. Küresel likidite imkanlarının oldukça iyileştiği son yıllarda bu eğilim daha da yaygınlaştı. Döviz cinsinden borçlanma, daha düşük maliyeti nedeniyle tercih edilir bir durum olsa da kurlarda sert yükseliş yaşanan dönemlerde kaydedilen kur (kambiyo) zararı faiz avantajını tamamıyla götürüp bir de üzerine ilave maliyetler getirebilir. Son yıllarda bu olgu ile sıklıkla karşılaştık. Mesela, 2015 yılında şirketlerin faaliyet kârları, kambiyo zararları tarafından süpürüldü. İçinde bulunduğumuz ortamda tablo daha da sorunlu zira finans dışı kesimin net döviz açık pozisyonu 210 milyar dolara ulaşmış durumda. Bu, TL'de yüzde 8 oranında bir değer kaybının yaklaşık 50 milyar TL kambiyo zararı yazması anlamına geliyor. Ekonomik faaliyetlerdeki ivme kaybı nedeniyle halihazırda sıkıntıda olan reel kesimin bu derece büyük bir kambiyo zararı ile nasıl baş edeceği önemli bir soru... Demek ki, TL'de sert değer kaybı, şirketler kesiminin finansal yapısında önemli bir bozulmaya neden oluyor.
Türk insanının yatırım tercihlerinden birisi bizzat dövizdir. Dünyada oldukça ender görülen bu eğilimin ardındaki temel etken TL'de geçmişte yaşanan önemli devalüasyonlar sonrasında servette yaşanan büyük erimelerdir. Bu güdü, Türk insanının finansal varlıklarının hatırı sayılır bir kısmını dövizde tutmasına neden olur. Öyle ki, koca bir kuşak, ekonomik manada her kaygılandığı dönemde döviz bürolarına hücum etmiştir. Bu eğilim son yıllarda azalsa da döviz mevduatının toplam içerisindeki payı hala yüzde 40'a yakın seviyelerde seyretmektedir. Bu eğilim, TL'de değer kaybının yüksek olduğu dönemlerde kuvvetlenmektedir zira servetinde değer kaybı yaşamak istemeyenler dolarizasyon olarak addedilen bu eğilime yönelmektedir. Yerel paranın önemini kaybettiği bu ortamda para politikasının etkinliğinden tutun da kaynakların doğru alanlara kanalize edilememesi gibi birçok risk ile karşı karşıya oluruz. İçinde bulunduğumuz dönemde de böyle bir riskimiz var.
Şirketlerin döviz cinsinden borçlanmaları sadece finansal manada bir kırılganlığa neden olmuyor, aynı zamanda döviz kuruna endeksli bir fiyatlama mekanizması da yaratıyor. Buna teoride endeksleme denir ki, birçok sorunu da beraberinde getirir. Mesela, Türkiye'de alışveriş merkezlerinin büyük bir kısmı döviz kredileri ile finanse edilmiştir ve edilmektedir. Böyle olunca kiralar da dövize endeksli bir yapı arz etmektedir. Döviz kurlarının istikrarlı seyrettiği dönemlerde bu olgu herhangi bir problem doğurmaz. Ancak, TL'de sert manada değer kaybı yaşanan dönemlerde kiraların TL karşılığının artması ilk etapta kiracılara, sonra da alışveriş merkezi sahiplerine büyük sorunlar yaratabilir. Çünkü, dükkanların satışları TL cinsindendir ve artan kira maliyetleri işi fizibil olmaktan çıkarır. Tıpkı içinde bulunduğumuz dönem gibi... Ciro/kira oranlarında yaşanan ciddi bozulma birçok dükkanın boşalmasına, alışveriş merkezi sahiplerinin de zora düşmesine yol açmaktadır.
Pekiyi, TL'deki değer kaybının hiç mi iyi bir tarafı yok? Aslında teori der ki, para birimindeki değer kaybı ticarette rekabet avantajı getirip dış ticaret dengesinde hızlı bir iyileşmeye neden olabilir. Bu da döviz girişlerini artırıp para birimindeki değer kaybını tersine çevirebilir. Teoride geçerli olan bu durumu Türkiye özelinde test ettiğimizde ne yazık ki teorinin işaret ettiği sonuca ulaşamıyoruz. Mesela, TL'de önemli miktarda değer kaybının yaşandığı 2013 ve 2015 yıllarında ihracat yıllık bazda artış bir yana azalma kaydetmiştir (sırasıyla yüzde 0.4 ve yüzde 8.7). Çünkü, Türkiye'nin ihracatı ithalata bağımlıdır ve TL'de değer kaybı yaşanan dönemlerde dış ticaret hacmi genel olarak zarar görür. Dahası, ihracatı sadece döviz kuruna endekslemek de yanlış bir analizdir zira ihracat yapılan ülkelerin gelir düzeyinden tutun da ihraç ettiğiniz ürünlerin sunduğu katma değere varan birçok faktör etkili olur. Demek ki, yapısı gereği, Türkiye ekonomisi TL'deki sert değer kaybından rekabet avantajı kapsamında fayda sağlayamıyor.
Tüm bu unsurların ışığı altında TL'deki değer kaybını görmezden gelmenin oldukça sakıncalı bir durum olduğu aşikâr. Kaldı ki, bunun etkisi yukarıda sıraladıklarımızla da sınırlı kalmıyor. TL'deki değer kaybı bir seviyeden itibaren kendi kendini besleyen bir olgu haline dönüşüp spekülatif ataklara davetiye çıkarabilir. Bunu bertaraf etmenin tek yolu ne yazık ki faizlerde büyük tutarda artırıma gitmekten geçer. Hem içeride hem de dünyada son yıllarda bunun örneklerini defalarca kez gördük. Üstelik, aksiyon almakta geciktikçe de artırılması lazım gelen faiz miktarı büyür. TL'de büyük bir devalüasyona müsaade etmeden ya da sermaye kontrolleri gibi radikal ve yarattığı tahribatın kolay kolay telafi edilemeyeceği önlemler almadan bundan kaçış ne yazık ki pek mümkün değil. İçinde bulunduğumuz dönem gibi ekonomik faaliyetlerin zayıf olduğu, kredi riskinin göreceli olarak yüksek olduğu bir dönemde faiz artırmak kolay bir tercih olmayacaktır. Tıpkı artırmamak gibi... Bu nedenle, konu bu aşamaya gelmeden, TL'deki değer kaybının önemsenmesi ve bunu önleyici adımların, gerek siyasette gerekse de ekonomide ivedilikle devreye sokulması zaruret arz etmektedir.